bs"d
Daniel Gordis "Does The World Need The Jews" adlı kitabının girişinde Hans Christian Andersen'in "Küçük Deniz Kızı" masalını ve daha sonra Disney'in bu masalı uyarlama şekillerini karşılaştırarak Yahudiliğin karşı karşıya olduğu en acımasız soykırım olan asimilasyona örnek veriyor.
Andersen'in orijinal masalında Mermaid şu yüzüne çıkıyor ve karşılaştığı dünyaya hayran kalıyor. Kendi deniz altındaki dünyası artık ona karanlık ve renksiz görünmeye başlıyor. İnsanoğullarının dünyasına girmeyi, Prens ile evlenmeyi onlardan biri olmayı hayal etmeye başlıyor. Artık ona kendi dünyasında hareket sağlayan kuyruğu bir engel olarak gelmeye başlıyor ve bu kuyruk yerine insanlar gibi iki bacağı olması için dua ediyor.
Bu amacı için kötü cadıya gidiyor. Cadı onu kuyruğundan kurtarıp iki bacağının oluşması için bir iksir hazırlayabileceğini söylüyor. Ancak bu iksir ile kuyruğunu kaybedince devamlı sancı içinde olacak ve bacaklarını kullandıkça sanki bıçakların üzerinde yürüyormuş gibi hissedecek kendini. Ayrıca eğer Prens onunla evlenmeyi kabul etmezse onu dünya üzerinde canlı tutacak bir ruha sahip olamayacak ve deniz köpüğü içinde eriyip yok olacak.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi cadı bir de Mermaid'in deniz altı dünyasında ünlü olan güzel sesini kaybedeceğini söylüyor. Yani istediği insanlar arasına karışabilmenin karşılığında ödemesi gereken fiyat çok yüksek: Sesini kaybedecek, ailesi ile bir daha birlikte olamayacak, deniz kızlarının ellerinde olan olumsuzluğu kaybedecek ve devamlı ağrı içinde olacak.
Bütün bunlara rağmen mermaid iksiri içer ve kuyruğunu, sesini ve ailesini kaybeder. Artık iki bacak sahibidir, özlemini duyduğu dünyada kendini bulur ama artık konuşamadığı için hiç kimse ile irtibat kuramaz. Prens onu sevmektedir ama irtibat kurup dialogları olmadığı için mermaid ile evlenmez ve sonunda başka bir krallıktan bir prenses ile evlenir. Mermaid ise kendine hayat verecek olan ruha sahip olamaz. Sonunda denize geri gider ama artık orada da ona hayat olmadığı için, orada yaşayabilmesi için gerekli tüm vasıflarından vaz geçip kaybetmiş olduğu için köpüklere karışıp sonsuza kadar yok olur.
Bu hikayenin gerçeği.
1990'larda Disney bu hikayeyi alıp kulağa hoş gelen şekle çevirdi.
Kuyruğunu kaybedip bacaklara kavuşan deniz kızı, Dısney'in filmindeki adı ile Ariel, masalın orijinalindeki gibi sancı çekmeyecekti.
Sesini önce kaybedecek ama Prens kötü cadıyı öldürünce tekrar kavuşacaktı.
Konuşan deniz kızı ile Prens evlenecek ve mermaid yerine deniz ölecek.
Kendi deniz-ailesi düğünlerinde olup onların mutluluklarını paylaşacaklar ve sonsuza kadar mutlu olarak yaşayacaklardı.
Bu Disney'in yapımı.
Bizler de değişen dünyaya ayak uydurma, genel toplumda kabul bulma amacı ile aynen Mermaid'in attığı adımları atıyoruz ama kendimizi Disney'in kurgusunda imiş gibi hissedip işin acısız ve kolay yolu olan kendi kendimizi kandırmayı yeğliyoruz.
Yahudiliğin içine dış ideolojiler karıştırarak, kendi asıl yolumuzu bir kenara bırakarak, işimize gelen, kolayımıza gelen bir iki sembol ile (börekas Yahudiliği) bu işin içinden çıkacağımıza kendimizi inandırıyoruz. Bizi kandırması için kötü bir cadıya ihtiyacımız yok. Biz çoktan hazırız.
Hatta "kalbim Yahudi" diye bir yenilik ile Cardio-Yahudiliği de icat ettik.
Geleneklerimiz bize geri kafalılık olarak gelmeye başladı.
Bütün bunları modernleşme, aydınlaşma, sosyal adalet için çırpınma gibi bin türlü bahane ile yaptık.
Bu özellikleri Yahudiliğin ana şartı haline getirip kendi kendimizi kandırarak yeni bir sistem yarattık.
Ama sonunda bu sistem bizi yutmaya başlayınca, çocuklarımız o engin denizin içinde birer köpük gibi erimeye başlayınca artık çok geç olduğunu anlamamak için her zaman sorumluluğu başkalarında, başka etkenlerde aradık.
Cardio veya Gastro Yahudiliğin geleceği sıfır.
İyi bir insan olmak için Yahudi olmaya gerek olamdığını hepimiz biliyoruz.
Börekas yemekten de zevk almak için Yahudi olmaya da gerek olmadığı gibi.
Bunları gören çocuklarımız da haklı olarak en az bizim toplumumuz kadar kültürlü olan, en az bizim toplumumuz kadar eğitimli olan, en az bizim toplumumuz kadar maddi olanaklara sahip olanlar ile kendilerine bir gelecek kurmakta bir sakınca görmeyeceklerdir. Hatta bütün bu özelliklerde bizim toplumumuzu artık çok daha geride de bırakan genel toplumun içinde.
Asimilasyon karşı karşıya kaldığımız en büyük ve en acımasız, ama zevkli bir soykırım.
Hoplaya zıplaya, güle oynaya atıyoruz kendimizi asimilasyon denilen bu fırına.
Başka yolu var mı?
Evet var.