shomer shabat

Pazar, Mart 20, 2016

KARAMSARLIĞIN GÖLGESİNDE BIR ÜLKE -- BATYA RUSO GALANTI

 bs"d

Israel'de yaşamakta olan dostum Batya Ruso Galanti'nin sanırım aynı dönemlerde İstanbul'da çocukluğunu ve gençliğini geçirmiş olan bir çoğumuzun duygularına sözcü olan yazısını sizlerle paylaşıyorum.
Kalemine sağlık Batya.
**************************************



1983 yazının sonu idi, bindiğimiz ada vapuru Sirkeci'ye doğru ağır ağır yol alırken içimde hissettiğim  hüznü bugüne dek anımsıyorum; her yaz yaşadığım bu duygu  özgürlüğü, sevinci tatmış bir çocuğun küçücük bir kuş misali yeniden kafesine, esaretine geri konuluşunu hissetmesi  gibiydi..

Gün batımına yaklaşırken gökyüzünün kızıllığıyla birlikte geri plandaki o koca şehrin karanlığına doğru ilerlerken   her yaz sonu hissettiğim bu ağırlık beni  bu kez bir kat daha fazla  içine  çekiyordu..
Belki de o yazın bana verdiği büyük mutluluğu geride bırakmanın ağırlığıydı bu..
Camileri, minareleri ve bitmeyen insan seliyle ileride görünen devasa  şehir en az sekiz ay sürecek bir mahkümeyete geri götürecekti beni..

Yeni defterleri, yepyeni ciltli güzel kitapları,  yeni bir okul çantasını , o çok meraklısı olduğum rengarenk kalemleri,  bembeyaz sayfalara yazı yazmayı hayal ettim bir an, kendimi girdiğim melankolik duygulardan kurtarmanın yolunu arıyordum; fakat bir anda aklıma ödevler, sınavlar ve yeni başlayan okul dönemi geldi, içimdeki sıkıntının bir bölümü de bu değilmiydi zaten....

Geride bıraktığım ada ve geçirdiğim yazı düşündüm; güzel bir rüyadan  hayatın gerçeklerine uyanış gibiydi bütün bunlar. Mavi denize dalmak, saatlerce bisiklete binmek, arkadaşlarımla ormanda piknik yapmak.

Bu kısacık dönem bitip Şişli'ye geri döndüğümüzde gelecek yıla kadar aynı şeylerin hayaliyle avunacağım, koşmayı, gülmeyi , sevinmeyi kısaca yaşamayı düşleyeceğim tekrardan.

Şişlideki evimizin salonundan sokağa baktığımda  doğanın bize bahşettiği güzelliklerden geriye sadece iki küçük ağaç kalmış olacak.. Kışın yapraklarını dökmüş olan bu iki küçük ağacın yeşermesi için bahara kadar bekleyeceğim...

Çocukluğumda bana İstanbul'u seviyormusun diye sorsalar; kesinlikle hayır derdim. İstanbulu metheden turistleri Tv'de izlediğimde bu insanların gerçeği söylemediklerinden emindim. Çünkü ben İstanbul'a bambaşka bir noktadan bakıyordum.

İstanbul'un  bende yarattığı hisler kocaman bir şehrin gölgesinde ezildiğini hissetmekti. Bir labirenti andıran bu tarihi şehir plansız programsız büyürken sahip olduğu doğal güzellikleri, ormanlarını, yeşil alanlarının büyük bir bölümünü çok uzun zaman önce kaybetmişti; domino taşları misali birbirine bitişen evlerle  betonlaşan bir  İstanbul ortaya çıkmıştı...
Doğanın insana  sunduğu tek renk griymişcesine bir his uyandırırdı bu şehir bende.

Vapurdan indiğimizde akan insan selinin bizi götürdüğü yere doğru koştururken bizi karşılayan İstanbul yeterince kalabalıktı. Seyyar satıcıların çağırış ve haykırışları arasında oraya buraya doğru yürüyen ınsanlar   sanki hiç  bir  amaçları yokmuşçasına  ellerinde sigaraları salına salına gezer gibiydiler. Mutsuz bir halleri olan ,geldikleri büyük şehirde işsiz amaçsız kalan çoğu yerde küçümsenen horlanan bu insanların mutlu olmaları için çok fazla nedenleri yoktu.

Birbirinin ardından seçilen hükümetlerin hiç bir zaman el atmadığı küçük yerleşimlerden İstanbul'a göç eden köylülerin doldurduğu İstanbul'da iyimserliği bulamıyordu insan. Fakirliklerinin tutuculuklarıyla birleştiği bu insanların yarattıkları büyük bir köy ortamı içinde şehir karmaşasına karışanlar  hayatlarını kurtarmak için  geldikleri İstanbul'da ekonominin kaymağını yiyen küçük bir kitlenin adeta kölesi durumuna düşmüşlerdi.

Devlet tarafından terk edilen bir halk;  içlerinden belki çok küçük bir kısmı bir şekilde kendi hayatlarını kurtarmayı becerirken çoğu kurdukları gecekondu mahallelerinde sefaletle eşdeğer bir yaşama devam edeceklerdi..

Şişli'de oturduğumuz apartmanı gözetmek ve bakımını  görmekle yükümlü kapıcının üç küçük çocuğuyla barınmak zorunda kaldığı bodrum katındaki  tek göz oda hiç bir insani değerle bağdaşmayacak kadar sefildi; kazan dairesinin yanındaki bu odada bir ailenin yaşamak zorunda bırakılmış olması nasıl bir anlayıştı?

Çimento kaplı bu hücrede yere serdikleri bir hali, bir sedir ve arka planda anne babanın yattığı iki kişilik yatakları ve bu şekilde  yaşamlarını geçiren bir aile, ihtiyaçlarını a la turka  tualette yerdeki deliğe yapan ve aynı pis yerde yıkanmak zorunda kalan insanlar..

Havasızlığın ve nemin yarattığı ağır kokunun yerleştiği bu yerde kaldığım dakikalarda sadece bir üst katta oturduğum için esefle karışık tuhaf bir suçluluk duygusuna kapılırdım. Üç kuruşa çalıştırılan bu insanların hizmet verdikleri bu apartmanda gördükleri muamele çoğu zaman saygıdan uzaktı.

Bu koca şehirde sömürülenler keşke sadece büyükler olsaydı.
Küçücük çocukların simit sattığı, ayakkabı boyadığı  bu ülkede onları himaye edecek bir devletin olmadığı açıktı.
Okula gitmek yerine çalışmak zorunda kalan çocukların toplum içindeki yüzdesi ne idi bilemiyorum fakat çeşitli iş sahalarında bu küçük köleler minimal maaşlarla hizmet veriyorlardı..

Bakkalda çıraklık yapan çocuk,  kuaförde süslü kadınlara fon çeken berberin fonunu tutan çocuk, yerlerdeki saçları süpüren, çay getiren ve saç yıkayan başka çocuklar vardı..

Bu insanlar yaşadıklarının çoğu zaman bir kader olduğuna inanmışlardı, sürdürdükleri  sefil hayat için hesap sormaya gerek duymayan bu halk  yıllarca televizyonlardan yönetildikleri hükümetlerin beyin yıkayan boş vaazlerini dinlediler..

Çok laf az iş yapanlar toplumu yıllarca sömürmeye devam etti.

Atatürk'ün 90 yıl evvel kurduğu cumhuriyet altı temel ilke üzerine kurulurken,  Mustafa Kemal'in kurduğu yeni cumhuriyet  belki de halkın belli bir kesiminin hiç sindiremediği bir hayatı empoze ettii..

Sağlam bir temele oturtulamayan Türk demokrasisi yıllarca insanları baskı altında tutarken yazar ve düşünürler  sindirildiler laiklik se Anadolu insanı tarafından  din düşmanlığı olarak algılandı.

Çocukluğumuz anarşi ve  ihtillalerle geçerken insanların geleceğe umutla bakmaları imkansızlaştı.

İstanbul 80'lerden 90'lara büyük bir gelişim göstermeden geldi.

2007 yılında İstanbulu son kez ziyaret ettim..

O yıllarda artık doğup büyüdüğüm şehirde  ben de turisttim..

O günlerın birinde yanlız başıma minibüse binerek Sarıyer'e indim, Rumelikavağına yürüdümş yolun bir tarafı ahşap evler diğer tarafı sonu denize varan bir yamaçtı, karşıda görünlen manzara boğazın yeşilliğini koruyabilmiş yegane tepeleri.

Boğazın havasını solumak, balıkçı teknelerini izlemek, balık restoranlarından gelen rakı kokusuyla  bir an sarhoş olmak..İşte yıllar sonra  çocukken kendime  sorduğum soruya cevap  ; İstanbul'u sevmemek ne mümkün;  her şeye rağmen....

Yıl 2016,  Ankara'nın tepesinde 1100 odalı bir saray, altın kaplamalı koltuklarda yeni Osmanlı akımının simgesi bir ihtişamla oturan Cumhurbaşkanı...

2003 yılından bugüne tüm seçimleri kazanan,  Atatürk'ten bugüne Türk siyasetinide tarih yazmış ikinci lider..

Türkiye'nin kaderini değiştiren lider...

Büyüyen ekonomisi ile öne çıkarken demokrasi ve laikliğin tepetaklak olduğu yeni bir Türkiye..
Dün hüzünlendiğim İstanbulu'a baktığımda  şeklen o kadar   çok şey değişti ki, gökdelenler, dev alışveriş merkezleri, gelişen ulaşım, lüks apartmanlar, markalar, pahalı arabalar...

Özellikle İstanbul'un  belli semtlerinde  gezen biri Türkiye'nin " zenginliği" karşısında şaşırıverir bir anda; hani üstü forma altını sorma gibilerinden bir şeyler olmuş oralara..

Hani boş bir balon gibi..

İstanbul'un varoşlarında bir Gürcü ailesinin oğlu olarak dünyaya gelen , okul yıllarında simit satan , Türkiye'nin Cumhurbaşkanı,   dün ezilen kitlelerin bugün gürleyen sesi. Fakir halk kendini onda bulurken , elinde tuttuğu Kuran'ı gösteren Erdoğan  Atatürk Cumhuriyetine meydan okumaya devam etmektedir.

Üst üste kazandığı seçimlerle Modern Cumhuriyeti ve onu destekleyen tüm temel ilkeleri bertaraf etmek  için son hamlesini yapmaya hazırlanan Erdoğan. Kurduğu tek adam iktidarı dünkü laik ve Atatürkçü hükümetlerin basiretsiz yönetimlerinin bir neticesidir. Bu ülke için palavra satmaktan başka bir şey yapmayan tüm geçmiş hükümetlerin  sorumluluğundadır bugünler...

Ağzından Kuran'dan süreler dökülmeye devam ettikçe arkasından kitleleri sürüklememesi için hiç bir neden olmadığı artık çok açıktır. Baskı altıında tutulan basın yayın özgürlüğü, hapse atılan sayısız gazeteci ve düşünürler ve yok edilen demokrasi kimin umurunda?

Erdoğan'ın simit satan bir çocuktan dünyanın en zengin liderlerinden biri haline nasıl geldiğini soruşturacak bir merci yoktur.

Her türlü iç sorunu, politik çalkantıları, terörü ve bilimum tüm kriz durumlarını Dış Güçlere bağlayan ,  Amerika, Israel ve Yahudi düşmanlığı üzerinden puan toplayan Türk Sultanı Don Kişot misali  hayali düşmanlara karşı mücadele ederken " One Minute " gibi çıkışlarla halk tarafından kahramanlaşmıştır.

Suriye'de ve Kuzey Irak'ta sürdürdüğü yanlış politikalar , Guney Dogu'da yıktığı yaşamlar  ülkeyi terör ve kaosa sürüklerken iyimser bir gelecek için umutlar  tamamen sönmektedir..

Doğup büyüdüğüm İstanbul'da bir gün karamsarlık yerine umut rüzgarlarının eseceği günleri diliyorum; sadece İstanbul değil Allahın adıyla insanların öldürüldüğü Ortadoğu ve    radikalizmin yayıldığı dünya... bu karanlık günlerin sonsuza dek devam etmeyeceği  iyiliğin,  sevginin ve umutların kötülüğü yeneceği  daha güzel bir dünya için hala  dua ediyorum...
Related Posts with Thumbnails